Mantar Pazarlama ve Üretim - ALTINYAYLA KÜLTÜRÜ
 

Ana Sayfa
MANTAR SİPARİŞ
KÜLTÜR MANTARI
MANTAR PAZARLAMA ŞEKLİ
FİRMA BİLGİLERİ
KÜLTÜR MANTARI YETİŞTİRİCİLİĞİ
KÜLTÜR MANTARININ FAYDALARI
MANTAR YEMEKLERİ
ALTINYAYLA HAKKINDA
=> ALTINYAYLA KÜLTÜRÜ
İletişim

İLÇEMİZİN KÜLTÜRÜ


 

SİPSİ

 
   

 

 
 

Sipsi kendine has hiç değişmeyen ses potansiyeli ile tanınmaktadır. Çapı çok küçük olmasına rağmen çıkartmış olduğu ses tonu çok fazladır.

Sipsinin ilk çıkış yeri Orta Asya olduğu söylenmektedir. Türklerin Anadolu’ya yerleşmesinden sonra Dirmil’de ortaya çıktığı ve ana merkezi haline geldiği bilinmektedir.

Dirmil denilince aklımıza sipsi gelir.Sipsinin günümüze kadar geliş şekli çırak – usta ilişkisi şeklindedir. Halen bu şekilde devam etmektedir.

Sipsinin nefesle çalgılarda Dünya birinciliği vardır. İlçemizde bir hayli bu enstrümanı çalan ustalar vardır. Bu işten geçimlerini sağladıkları gibi yaygınlaştırma faaliyetleri de vardır. Tanıtılması ve unutulmaması için gönüllü olarak sosyal aktivitelerde sürekli bulunmaktadırlar.

Önceleri Cura ve 3 telli bağlama eşliğinde çalınıyordu. Günümüzde ise  ses potansiyeline eşit olan  bir çok enstrüman ile beraber çalınabilmektedir.  Ama en önemli özelliği Folklorumuzun Teke yöresi  özelliğinden dolayı  vazgeçilmez bir çalgı türüdür. En önemli ritmik kısmı ise boğaz türüdür.

Yöremize ait bir çok türkü vardır, bunlardan bir kısmı olan  aşağıdaki türküleri sipsi eşliğinde dinlemek insanlarımıza ayrıca bir keyif vermektedir.

·        Şu Dirmilin çalgısı

·        Dirmilden geçer yaylanın yolu

·        Yayla yollarında kaldım yalınız

·        İnek sağdırır, Buza  deptirir.

        

Hazırlayan  :      Ferhat ATALAY

Kaynak              : İsmail TÜRKKAN

                           Bayram BAYRAKTAR

                           İsmail EVCİL

 
     
     
 

DİRMİL KEBABI

 
 

Yöremize ait bir yemek çeşidi  olup,  altı aylık kuzu veya oğlak etinin odun kömürü közünde en az üç saatlik çevirme usulü pişirilmesi sonucunda hazır hale gelir.

 
     
     
 

ÇANCILIK

 
 

         Çancılık, ilçemizde uzun yıllardan beri süregelen küçük el sanatlarından biridir. Çancılık mevsim mevsim değil, yılın on iki ayı yapılmaktadır. Bir çan yapılırken şu aşamalardan geçer: Çanların ebatlarına göre, saç makasla kesilir. Her çanın kendine göre bir kalıbı bulunmaktadır. Kalıplarına göre kesilen saclar, körüklü ocakta kızdırılır. Kızdırılan parçalar, daha önceden hazır bulunan ve kuyu denilen yataklarına konularak, insan gücüyle çekiçle dövülür. Bu aşamadan sonra ayrı bir örste perçinleme suretiyle kenarları yanaştırılır.

 
 

Yapılacak çan tasarlanır ve tepesi takılır. Kızgın ateşte kenarı ve tepesi kaynatılır. Hemen soğuk suya sokularak soğutulur. Bu işlemler bitince tesviye yapılır. Ustanın birisi çanın sesini düzenler ve işin sonunda boynuzdan yapılma diller çana takılarak işlem sona erer.

Bir günde ortalama 35 çan yapılır. Yapılan bu çanlar Korkuteli, Eskişehir, Afyon, Sandıklı, Dinar, Polatlı, Emirdağ, Yatağan, Denizli gibi merkezlerde toplanarak pazarlanır. Ayrıca çanlar, ilçe içerisindeki çobanlara ve çevre köylere de satılır.

Daha önceleri TRT tarafından filme alınan ve radyo programları hazırlanan çancılık mesleği, ilçemizde devam edeceğe benzer. Çünkü bu mesleği icra eden Mahmut ŞENER ve oğulları Veli, Gürsel, Metin ile Resul GÜVEN gönülden gelerek çalışmaktadırlar.

 
     
     
 

BİR TAŞIN BEYAZ DUVARDAKİ ÖYKÜSÜ ( KİREÇ )

 
     
 

 Elli-altmış yıl kadar önceydi. Dirmil’in kuzeybatısında  Çalca Tepesi’inde hep beraber bütün heybetimizle yerimizde duruyorduk. Merkez Camii’nin yapımında kullanılmak üzere bizlerden bazılarımızı balyozla kırarak Çamlık’a götürdüler. Günlerce altımızdan üstümüzden ateş yaktılar. Zaman hızla akıp giderken bizler direniyorduk. Ancak sonunda teslim olduk ve güneş grisi yüzlerimiz ateş beyazına dönüştü. 

Buradaki serüvenimiz pek randıman vermeyince, Fethiye yolu üzerindeki Kurucapınar yakınlarındaki ailemizin diğer üyelerinden  beyaz altın üretmeye başladılar. Ancak orası da pek iyi sonuç vermeyince tekrar geriye dönüldü ve Çalca Tepesi’nde yüreklerimizde 8-10 m. derinliğinde 5-6 m. çapında derin çukurlar açıldı. Çukurların kenarlarına Çamsuyu’ndan  getirilen gök taştan  duvar yaptılar. Ancak şimdi o taşların yerine, Uşak’tan veya Konya’dan getirilen taşlarla yapıyorlar. Çukurların üst tarafında  önce üzerlerimizdeki topraklar temizlendi. Arkasından demirlerle derin delikler açıldı. Bu deliklerin içerisine bol miktarda dinamit yerleştirilerek patlatılıp paramparça edildik. Direnenlerimiz daha sonra balyozlarla daha küçük parçalara ayrıldı. El arabalarına koyulduk ve çukurun içine yerleştirilmeye başlandık. Adamlardan bir tanesi usta oluyor. 3-4 tane de işçi oluyor.

 Önce bizim iyi pişmemiz için belli aralıklarla mazgallar atıyorlar. Daha sonra birinci ve ikinci iskeleye kadar çukurun altından bizleri üst üste koyuyorlar. Sonra üste çıkılıyor. Üste çıkıldıktan ve biraz daha örgü yapıldıktan sonra kubbe şeklinde bizleri, birbirimize  yanaştırıyorlar.  Tam ortamızdaki taşa “kilit” diyorlar. Kubbeden sonra çukurun en üstüne kadar bizlerden bir çok taşı çukura dolduruyorlar. Sıfırdan sonra biraz daha taş atıldıktan sonra bizlerin daha küçüklerini “cıbıl” adıyla en üstümüze koyuyorlar. Ancak son on yıldır bizlerin ocağın içine gelmemizde çok değişik aletler kullanıyorlar. “Tak tak” diye bir aletle kırma işi yapılıyor. O aletten şu anda iki tane var. Saati 60.000.000 TL. imiş. Bir sürü traktör kepçe dedikleri iş makinelerinden var. Kepçesi olanların çoğu birinci ve ikinci iskeleyi kepçelerle yanaştırıyorlar. İşçiler sadece taşları düzgün bir şekilde istif yapıyorlar.

 Buraya kadar olan kısım ocağın dolumu ile ilgili öykümüz. Bundan sonrası ikinci aşama yani 12-15 günlük yanma aşaması. Ocak yakılacağında daha önceden mazgalların önüne atılmış kalın kütükler tutuşturuluyor. Bir iki gün odun ya da kırpıntı ve tahta parçası dedikleri hızar artıkları yakılıyor. Ocağın üstü ve bağrı sıkıca samanlı kireçle sıvanıyor ki ocağın içi istenmeyen havayı istenmeyen yollardan alıp da istenmeyen olumsuzluklar olmasın. Daha sonra daha iyi ateşlemesi için ocağın içine yüksek kuvvette hava veriliyor. İlk iki günden sonra yavaş yavaş talaş, prina, kömür gibi yakıtlar yakılıyor. Bir zamanlar kimyasal atıklar Adana’daki çöplüklerden toplanıp  çok ucuza getirilerek yakılıyordu. Ama onlar çok zararlıymış. Bizim bile dışımızı simsiyah ediyordu. Kim bilir insanları ne hale getiriyordur. Bazı patronlarımız yakılmasın diye direniyorlarmış. Ancak bazıları da insan sağlığından daha fazla kendi menfaatlerini düşündükleri için yakmakta ısrar ediyorlarmış. Hatta gizli gizli yaktıklarını biz her gün görüyoruz. Ama elimizde fazlaca bir gücümüz olmadığı için müdahale edemiyoruz. 

Yakma işi her geçen gün biraz daha artırılarak devam ettiriliyor. 5.-6. günlerden sonra ocak iyice ısınmaya başlıyor. Yakım esnasında 5-6 kadar işçi oluyor. İşçiler, ikişer saat nöbetleşe olarak ocağın içine malzeme atıyorlar. Yalnız burada malzemeyi atarken aynı hız ve miktarda atılması gerekiyor. Az atılırsa hiçbir faydası olmaz, çok geç pişeriz. Çok atılırsa da ocak şişer ve çoğumuz pişmeden kalırız. Yakma işi devam ederken 12.-13. günlerde  mazgalların dibindeki taşların arasındaki ateşin ve sıfırdaki ateşin beyaza kaçan bir renk alması pişmeye az kaldığımızın habercisidir. 14.-15. günlerde artık taş olmaktan beyaz altına dönüştüğümüz günlerdir. Tam piştiğimiz kanaati ortaya çıkınca ateşe malzeme atılmasına son verilerek malzeme atılan alttaki küçük delik güzelce kapatılır. Zamanı geldiği halde hala  ateşlemeye devam edilirse  duvarlar yıpranır ki bu çok önemli bir risktir. Ocağın önündeki malzeme güzelce temizlenir, iki gün sonra ocak açılır. Bundan sonraki aşama boşaltma aşamasıdır. Birinci araba geri geri ocağın önüne tam olarak yanaştırılmadan önce ağzındaki kapı taşları kamyonun seviyesine kadar alınır. Bundan sonra boşaltma işlemine başlanılır. Kamyonların biri gider biri gelir. Piyasa çok iyi ise yükleme traktör kepçeleri ile yapılıyor. Normal ise elle yapılıyor. İlk açılan seviyeye kadar boşaltma yapıldığında üstü kesilmiş demektir. Sonra kamyonlar biraz ilerideki bir çukura yanaştırılır. İskele kurularak yükleme işine devam edilir. En sonunda tabandaki kömür ve küller, kaynaklar temizlenerek bir sonraki dolum için hazır hale getirilir.

            Yüklenen kamyonlar bizleri bütün batı Akdeniz’e, İç Anadolu’ya, Ege’ye ve Marmara’ya kadar taşımaktadır. Beyazlığımız ve söndürülürken  içimize aldığımız su miktarı, yani çoğalma miktarımız oldukça yüksektir. Bizi inşaatlarda kullanırken çok suyla söndürünüz. Çünkü biz 15 gün boyunca  çok yüksek ısıda kireç olduk. Söndürme işinden sonra ne kadar fazla bekletilerek dinlendirilirsek o kadar kaliteli oluruz. En abartılı dinlendirme süresi, içimize saplanan bir küreğin bir pehlivan tarafından zorla çıkarılabildiği kadardır. Türkiye’nin kireç konusundaki en kalitelisi Dirmil Çalca Tepesi’ndeki hammaddemizdir.

            Dirmil’in bir çok etkinliği bize bağlıdır. Biz olmadan burası %75 kapasitesini yitirmiş demektir. Bizler Dirmil’de ortalama günlük 20.000.000.000 gibi bir ciroya imza koyuyoruz. Piyasanın hızlı olduğu zamanlar bu miktar ikiye katlanabilmektedir. Buradaki ekonomiye katkımızın belki on kat daha fazlasını dışarıdaki  Dirmilliler’e de yaptırmaktayız.

            Kireç ocakların dan 50 kadarı faal durumdadır. Her kuyuda yıllık 12 defa üretim yapılırsa bir yılda üretilen mal 200 tonluk bir işletme için yıllık toplam 2.400 tonluk bir kapasite mevcuttur. Bu da bugünün rakamlarıyla 60.000.000x2.400=144.000.000.000 TL’ye isabet eder. Bu miktarın yaklaşık %75-80’i kadar masraf düşüldüğü zaman elde edilen kar oranı %20 civarındadır. Ancak masraflara sadece dolum yanma ve boşaltım sırasındaki reel masraflar dahil edilmiştir.

Vergi, Özel İdare, Ormaniye, Ruhsatnameler, geri dönmeyen veresiye ve öz kaynakların ve sermayenin büyük bir kısmının  kredili kaynaklardan oluştuğu gibi  çıktılar dahil edilmemiştir. Bu noktada en büyük sıkıntılardan birisi bizi işleten esnafın muhatabının çok çeşitli olmasıdır. Bu çeşitlilik en kısa zamanda giderilmelidir. Onlar devlete karşı yükümlüklerini yerine getirirlerken yalnızca bir kuruma ödemelerini yapmalılar ve bölüşüm devletin kurumları arasında olmalıdır. Bu çeşitlilik hem devleti hem de esnafı önemli ölçüde zorluklarla karşı karşıya getirmektedir.

İşte bizler, kapkara duvarları yıllarca kalıcı bir şekilde beyaza boyarız. Ağaç ve bitkileri zararlılardan korumak için kullanılırız. Ülkemizde bir çok insanın sofrasında ekmek olur, tuz oluruz.

 

     
         
     
     
     
     
       
     
     
     
       
     
     
     
     
     
   
Bugün 8 ziyaretçi (11 klik) kişi burdaydı!
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol